Size bir
yayla masalı anlatayım mı?
Yemyeşil
otlarla, rengarenk çiçeklerle, çağlayan sularla, coşan derelerle, kaynayan çeşmelere,
kınalı kayalarla, yüksek ağaçlarla, dar
patikalarla, kekik, sarı çiçek, yarpuz, çilek tadıyla; sac arasında pişen kömbe, yayıktan çıkan taze
tereyağ kokusuyla, yoğurt doğramacı, sütlaçla,
ineğin memesinden çıkan sıcacık sütü içmek için bardak elinde sıra bekleyen,
elindeki ekmeği süt makinesinden akacak
kaymağın altına tutan mutlu çocuklarla, koyun-kuzu sesiyle, köpek havlamasıyla dolu,
masal gibi bir yayla…
Benim çocukluğum
o masalın içinde geçti. Hiçbir fotoğrafı, video kaydı yok, ama yayla yılları
kafamda bir çocuktan umulmayacak kadar net, berrak ve belirgin…
Tabi, o
zaman yayla hayatının bir masal olduğunu düşünüyor muydum veya bunun farkında
mıydım diye sorarsanız, hayır! Gerçi o zaman çok fazla tatil seçeneği de yoktu, ama biz yine de yazın
köyde kalan, arada-sırada ebeveynleriyle şehre giden, bizim
gibi yanakları kırmızı, elleri kabuklu olmayan komşu çocuklarını çok
kıskanırdık ve köye döneceğimiz günü iple çekerdik.
Çünkü
biz tek bir yaz bile köyde olmazdık. Abimi 6 aylıkken dağa götürmüş anam (Ana
dediğim kadın benim babaannem, babamlara bakarak “ana” demişiz). Benim ilk yayla serüvenim ise bir buçuk yaşımda başlamış. Yaylaya en geç giden
küçük kardeşimdi – 2 buçuk yaşında bize katılmıştı. Küçük hariç, ikimizin de dağda
inek sütü dolu şişelerle büyüdüğümüzü anlatır dururdu rahmetli anam…
….Babam
öğretmen, annem sendika kütüphanesinin müdürüydü. Babam, okulların tatil olduğu
yaz tatili sırasında da çalışırdı – ustalık yapardı. Fakir değildik, ama çok zengin
de sayılmazdık ve tayfanın bütün
erkekleri okusun-okumasın, çalışmadan duramazdı. Çok ineğimiz, koyunumuz, keçimiz vardı ve
yazın onları köyde tutmak çok zordu. Dedem, köyümüzden olan birkaç arkadaşıyla
birlikte her yılın nisan ayında
hayvanları toplayarak Ermenistan yaylalarına çıkardı. O zaman düşman değildik tabi, henüz topraklarımıza
göz dikmemişlerdi, hepimiz Sovyet vatandaşıydık ve okullarda bizlere “Kardeş olmuş Hayastan Azerbaycan” tarzında
şiirler öğretiyorlardı.
…Dedemler
hayvanlarla birlikte yaylaya yerleştikten sonra sıra bize gelirdi. Mayıs ayı girdiğinde anam ve dedemin
arkadaşlarının eşleri, torunları ve eşyaları toplardı ve göç başlardı. Biz dedem ve anamla birlikte oturduğumuz için üçümüzü
de götürürlerdi yaylaya. Diğer torunlar bölünürdü – ailede 3 çoçuk varsa bir
sene biri, bir sene ikisi giderdi. Ama öyle veya böyle her sene dağda en az 8-9
çocuk olurduk. Çocuklardan okulu olan
köye tam 30-31 ağustosta dönerdi, 1 Eylül’de ders vardı çünkü. Bazen araba
çıkmazdı, bir hafta, on gün geç kaldığımız da olurdu tabi...
…Önce
arabayla Ermenistan’ın Leninakan, Kirovakan denen kentlerine gidilirdi. Oradan
dağa göç başlardı – atlarla, arabalarla, yürüyerek…
Göçle ilgili
aklımda kalan en net kare halamın benle yaşıt kızıyla birlikte heybenin iki
gözüne konularak “Maral” isimli ineğimizin (bütün ineklerimizin adları vardı –
Maral, Ceylan, Sona, Süsen…) sırtında taşınmamız. “Maral” çok yaşlıydı, o yüzden dedemler dağa kendileriyle
götürmüyordu, bizim göçle yavaş-yavaş gitsin istiyorlardı sanırım. Ben, halamın
kızının yaklaşık iki katı ağırlığında, çok kilolu bir çocuktum ve doğal olarak
heybeyi olduğum tarafa doğru eğiyordum. Dengeyi sağlamak için halamın kızının
olduğu tarafa bir taş, ağırlık konulurdu:) Şimdi kilo açısından yerlerimiz
değişik, ama bu taş meselesi halen bizim tayfada geyik konusu...
Dağa
çıktıktan sonra ilk birkaç gün karmaşa içinde geçerdi. Çadırlara yerleşmek,
düzeni oturtmak öyle kolay değildi. Hele bir de yaşları 1 ile 10 arasında
değişen 8-9 çocuk varken…
Benim güzel
dedem, gittiğimiz her yaylada (bu arada, her sene farklı yaylaya giderdik) çadırlara
en yakın yerde yerden kaynayan bir çeşmeyi taşlarla, borularla yukarıya
çıkartır, kadınların işini kolaylaştırırdı. Bizlerde öyle çeşmelere “bulak”
denir, biz de o dedem yaptığı için o bulaklara hemen “Mecid bulağı” adını
verirdik. Tabi, bizim dedemizin olduğu için de diğer çocuklarla aramızda hep
sıra kavgası çıkardı – biz önceliğin kendimizde olduğunu düşünürdük.
Bazen çok güçlü
sel gelirdi, bizim çeşmeyi de götürürdü. Ama dedem anında yenisini yapardı ve
biz de çok övünürdük.
Çadırlar
daha yukarıda kurulduğu için sel görmüyordu, ama bazen öyle yağmurlar yağardı
ki, sabah kalktığımızda çadırın içinin bile su ile dolduğunu görürdük. Arkasından güneş açmazsa, benim melek huylu anamın
en sinirli olduğu günler olurdu o günler – 8-9 çocuğu o çamurun içinde zapt etmek
çok kolay değildi. Güneş açınca da
çadırda ne varsa dışarı dökülürdü. Şimdi düşünüyorum – olağanüstü bir
manzaraymış….
…Sabah
olunca çocuklar da dahil, herkesin işi vardı. Yaşı daha büyük olan erkek çocuklar
dedemlerle giderdi – koyunlardan ve ineklerden onlar sorumluydu. Biraz daha
küçük yaşlı olanlar kuzuları otlamaya götürürdü. En
küçükler anamın yanında kalırdı – ama onlara da iş bulunurdu, mesela, süt
makinesinin kolunu çevirmek gibi.
Kuzuları
otlamaya götürme işi genelde halamın
kızıyla bana düşerdi. Kuzuları çadırlardan çok uzaklaştırmazdık. Benim en çok
sevdiğim işti kuzu çobanı olmak. Dedemin öğrettiği “Kuzuyu otlatır çobanın kızı”
şarkısını okurdum hep, halen aklımda. Bazen sis gelirdi, kuzuları
kaybederdik. Halamın kızıyla birlikte
kaybettiysek, anamdan azarı ve bazen çubuğu yiyen hep ben olurdum. Çünkü halam,
eşini genç yaşında kaybetmişti ve bu nedenle anam, halamın çocuklarına pozitif
ayrımcılık yapardı hep. Neyse ki dedemin
en sevimli torunuydum...
….Kuzudan-koyundan
kalan zamanlarımızda da boş durmak yoktu. Sadece uçurumlarda biten küçük yaprak
vardı, çok güzel dolması olurdu. Anam o
yapraktan kışlık yapardı – tabi toplamaya da bizi gönderirdi. Evelik, kekik ve
şimdi adını bile unuttuğum envai çeşit çiçek-ot toplardık – anam onları
kurutur, küçük torbalara doldurur,
dikerdi. Aşağı köye indiğimizde o otlar
eşe dosta hediye giderdi. (Bir defasında
abimle dağdan indiğimizde getirdiğimiz
kekik torbalarının hepsini evden habersiz
öğretmenlerimize götürdüğümüz için sıkı dayak yemiştik annemden )
….Dağda
çilek toplama maceramız vardı bir de. Çilekleri toplar, uzun ve sert otlara
dizerdik boncuk gibi. Yarışırdık, kim daha çok çubuk dizecek diye. Tabi en az
benim olurdu, çünkü şişman olduğum için çayırların, kayaların üzerinden
atlamaya korkardım, diğerleri de benle alay ederlerdi
….Haftada
bir gün sabahları anam hepimizi seferber eder çiçek toplamaya gönderirdi. Şimdi unutmuşum, ama o zaman dedem sayesinde
her çiçeğin, her otun adını bilirdik. Kötü kokulu otları toplamazdık mesela,
anam hep çeşme üzerindeki çiçekleri toplamamızı isterdi. Bir de çamurlu olmayacaktı tabi.
Kucak kucak
çiçekle dönerdik çadıra. Biz gelinceye kadar anam çadırın önünde ateşi yakmış, iki
büyük kazanda suyu kaynatmış olurdu. Çiçekleri o kazanlardan birinin içine
dökerdi.
Kızları
içeride, erkekleri dışarıda (bazen bir leğene 3 erkek çocuk soktuğu oluyordu)sırasıyla yıkamaya başlardı ilk
kazandaki suyla.
Tabi o zaman
şampuan bir lükstü. Siyah sabunla saçlarımızı yıkardı, özellikle benim tarak
girmeyen kıvrım ve kalın saçlarımla baş edebilmek için ısıttığı yoğurt suyunu yumuşatıcı
olarak kullanırdı. Sonra da güzel kokalım diye çiçek suyu ile durulardı
hepimizi. O gün kıyafetlerimizi kirletmek ceza sebebi olurduJ
….Öyle koyun-kuzunun
içinde büyüdüğümüze bakmayın, her gün et yemeği olmazdı yaylada. Haftada, on günde bir defa bir koyun, oğlak
kesilir, o gün kebap çekilir, üstünden közde yapılmış sütlü kömbe yenir ve
biterdi. Anamın çoğu zaman yemek
pişirecek zamanı olmazdı. Sabah erkenden kalkardı, sobayı yakardı, dedemle
birlikte koyunları inekleri sağardı, dedeme ve küçük çobanlara kahvaltı
yaptırır, gönderirdi. Ardından 2-3 saat sağılan sütle uğraşırdı, kaymak
çekerdi, yoğurdu, peyniri mayalardı, loru çürütürdü, “çeçil”i kaynatırdı, bulaşıkları yıkardı. Sonra halen uyuyan çocukları uyandırır, yıkar, sütten-kaymaktan yedirir, oynamaya
gönderirdi. Lambaların isini temizlemek,
ortalığı toplamak, çamaşır yıkamak derken akşam oluyor, hayvanlar geliyor, sağım
başlıyordu yine. Dolayısıyla, bize de “Allah
ne verdiyse”, onunla – sütle, yoğurtla, kaymakla, peynirle, lorla karnımızı doyurmak düşüyordu çoğu zaman. En
revaçta olan yemek yoğurt doğramacıydı. Kuru ekmeği yoğurdun içine doğrar,
üzerine toz şeker dökerdik. Reçel varsa, ekstra mutluluk sebebiydi...
…Yayık
asılan gün bayram olurdu. Bazen “küserdi” yayık, anam öyle derdi, çok geç
olurdu yağ. Bazen de hemencecik ayranın üzerine toplanırdı. Taptaze yağı ekmeğin üzerine sürüp yer,
üstünden çatlayana kadar ayran içerdik. Anam, süt kaymağının ayranını içirmezdi
bize. Süt kaymağını daha çok yağ için
toplardı çünkü, ayranı iyi olmaz derdi.
O ayranı genelde köpeklere verirdi. Bir de ayrıca yoğurt toplardı yayık
için. İşte en güzel ayran o yoğurttan olurdu. Köpüklü köpüklü içe bildiğimiz
kadar içerdik. Geri kalanını anam bir torbaya döker, iple torbanın ağzını
bağlar, üstüne de bir ağırlık koyardı. Bir gün sonra ayranın suyu tamamen akar,
süzme kalırdı torbada. Anam o süzmeyi tuzla iyice yoğurur, başka kuru torbaya
koyar, yine taş koyardı üzerine. Birkaç kez
bu işlemi tekrarlar, süzme sertleşince yine bol tuzla yoğurur, yuvarlak
parçalara ayırır, kurumaya bırakırdı. “Kurut”
derler bizde o kurutulmuş süzmeye.
Kuruduktan sonra su ile ezilip açılır, hinkalın, “erişteli isti”nin üstüne
dökülür…
…Anamın tek
ihmal etmediği şey sabahın köründe evden çıkıp akşam geç saatte eve dönen
dedeme sıcak yemek yapmaktı. Bize yapmasa bile, ona mutlaka yapardı. Dedemin
ihmal etmediği şey de çadıra ayak basar basmaz “benim kızım uyudu mu” diye
sormaktı. “Kızı” ben oluyordum. Anam bu ayrımcılığa çok kızardı, ama dedemle
ben ritüeli hiç bozmazdık. Saat kaçta
gelirse gelsin, hep dedemi beklerdim. Anamı kızdırmamak için yorganı kafama çekip
uyuyormuş gibi yapardım, ama dedem gelip o sihirli cümleyi kurduğu anda L
şekilli tahtın üzerine sıralanıp yatan çocukların arasından hemen kafamı
kaldırırdım. Masada dedemin kolunun
altında yerimi alırdım ve onun yemeğine de ortak olurdum. Anamın, halamın çocuklarına
ve en favori torunu olun abime aşırı iltimasının intikamını böyle alıyordum
işte. Bazen anama küsüp saatlerce dışarıda
soğukta dedemi beklediğim bile oluyordu. Çok sert, ağır adamdı dedem. Onun evde olması diğer çocuklar için “hazır
ol” durumuna geçme, neredeyse nefes bile alamama demekti, benim içinse bayram. Tabi, ertesi gün diğerleri bunun intikamını
fena halde alırlardı benden – çilek toplarken, uçurumu geçerken arkada yalnız
bırakarak...
…Anne-babalarımız
3-4 aylık süre içerisinde bir veya iki kez gelirlerdi yanımıza. Hem işleri
vardı, hem dağa çıkmak öyle kolay değildi. Yaylaya sadece büyük kamyonlar çıkabiliyordu,
hatta bir seferinde kamyonun bile çamura saplandığını ve annemlerin uzun zaman
yolda kaldığını hayal meyal hatırlıyorum…
Bayram
olurdu annemlerin gelişi. Kuzular otlaktan geriye dönünce annelerine koştuğu
gibi, biz de kendi annelerimizin dizinin dibinden ayrılmazdık o birkaç günde. Annemler bir araba dolusu dağda bulamadığımız
nimetlerle gelirlerdi – bu da ayrı mutluluk sebebiydi. Kasalarla meyve, kiloyla
çikolata, şekerleme, torba-torba tatlılar, yeni kıyafetler, her gün pişen ev
yemekleri… kelimelerle anlatılması zor olan güzelliklerdi. Anam şekerlemelerin,
meyvenin bir kısmını sonraya saklardı
hep – babamlar gittikten sonra da bizi sevindirebilsin diye…
Haftada, on
günde bir aşağı köylerden, şehirlerden dağa araba çıkardı. Şeker, sabun, şekerleme, meyve falan satardı. Bazen de dedem atla aşağıya iner, heybe
dolusu malzemeyle dönerdi. Anam yiyecekleri on güne yetecek şekilde kullanmak için çok
büyük çaba sarf ederdi, ama o kadar çok çocuğun içinde zorlanırdı. Amcamın benden 3 yaş küçük olan oğlunun “ana,
bideyni, bideyni (yani birceciğini) diyerek bir kasa kirazı yemesi , gece ishal
olup tahtın üzerinde sırasıyla dizilen çocukların (en çok da benim) kafalarını
batırması ve anamın sabahın köründe o kokuyu giderip beni sakinleştirmek için
bütün çocukları çiçek toplamaya göndermesi halen bizim ailede dalga konusu...
…Bazen genç
kızlar, erkekler gelirdi dağa – ailelerin yanına. Bakıştıklarını falan görür,
peşlerinde dolanırdık. Bizi uzaklaştırmak için şeker falan verirlerdi...
…Hava açık
olunca anam biraz uzaktaki kayalıklara gitmemize izin veriyordu. O kayaların
üstünde kına olurdu, tükürükle ıslatır ellerimize sürerdik…
…Bazı
gecelerde ayı, kurt dolanırdı etrafta.
Gecelerin birinde ayı basmıştı koyunların olduğu halhalı. Köpekler yeri-göğü inletmişlerdi. Vurmuşlardı
bizimkiler ayıyı. Ölü hali bile heybetliydi. Çakalı, tilkiyi hayvandan bile saymazdık, ama
onlar da bizi adamdan saymazdı herhalde, gözümüzün önünde kuzumuzun kuyruğunu
koparmıştı bir defasında çakal… Kurtların ışıktan korktuğunu söylerlerdi
dedemler. Sağlam köpeklerimiz vardı, ama gece dışarıdaki ocağı da söndürmezdik
çoğu zaman…
…Koyun
kesmek bir marifetti. Derisi ve karnı
asla zedelenmeyecekti. Çünkü derisi tulum için gerekiyordu – dedem yazın
yaylada toplanan peynirleri o derinin içine doldurur, bütün kış boyu tulum
peyniri yerdik, dağıtırdık. Koyunun
karnına ise yağ doldurulurdu. Dağ güneşi çok yakar, o yüzden yağı falan tutmak
öyle kolay olmuyor. Koyunun karnı temizlenir, yıkanır, tuzlanır, güneşte kurutulurdu.
Kupkuru olduktan sonra ıslatılır ve tuzlanmış tereyağ hava almayacak şekilde o
karına doldurulurdu. Karın yağının
değişik bir tadı olurdu, ama asla bozulmazdı. Köye indiklerinde 10-15 adet 25-30 kilogramlık yağ karını getiriyordu
dedemler. Yağın bir kısmını da eritirdi anam. Erimiş yağ kullanırdı kendisi de –
daha temiz oluyor diye. Ondan aldığım terbiye işte, ben halen erinmiş yağ
kullanırım...
Bir de kavurma vardı tabi, lezzetini hiç unutamadığım. Koyunu kavurur, büyük bir kazana doldururdu dedem, kışın donmuş yağın içinden tikeleri seçip yemek büyük bir zevkti:)
Bir de kavurma vardı tabi, lezzetini hiç unutamadığım. Koyunu kavurur, büyük bir kazana doldururdu dedem, kışın donmuş yağın içinden tikeleri seçip yemek büyük bir zevkti:)
…Anlata
anlata bitmez benim yayla hikayelerim. Hayatımın en güzel kesiti diyorum şimdi
o yıllarıma. Aslında başlarken amacım farklı bir yayla yazısı yazmaktı, ama bir baktım ki, kendi masalımı yazmışım. Canım dedem ve güzel anam için, onların güzel
ruhları için olsun bu masal da…
P.S. Diğer
yazı çok yakında...
P.P.S. Yayla fotoğraflarım yok eskiden dedim ya, yenilerle idare edin. Fotoğraflar Pokut, Sal, Hazindak, Sultan Murat ve Hıdırnebi yaylalarında çekildi...
Gönül
Şamilkızı
Oxudum ama yenə oxumalıyam...
YanıtlaSilYəni o anlatılanlar oqədər köklü və dərin iz buraxan anlarDIR ki HƏR BİR CÜMLƏ VƏ MÖVZÜ insanı götürür və o illərə aparır...
Sanki Şəhriyarın anlatdığı HEYDƏR BABAYA SALAM şah əsərində olduğu kimi, o yaşananlar bir sinəma pərdəsi kimi gözlər önündə canlanır...
...
Sizi səmim qəlbdən təbrik edirəm əziz və hörmətli Könül xanım!
Təmiz duyğuları məharət və bacarıqla qələmə almısınız.... Və bu gözəllikləri bizlərlə paylaşdığınız görə, ÖZ TƏRFİMDƏN SİZƏ SONSUZ MİNNƏTDARLIĞIMI BİLDİRİRƏM!
Və Başarılarınızın davamını arzulayıram!
DƏRİN SAYQILARLA,
Məsud Ələmdarli
(Norveç-03/07/16)
Teşekkür edirem, çox sağ olun:)
YanıtlaSilBaşakşehir Poliüretan Çıta Ustası
YanıtlaSilBaşakşehir poliüretan çıta ustası arıyorsanız ve aklınızda şu sorular varsa yazımızı okuyunuz ve daha fazla bilgi için bizi arayınız. Poliüretan çıta nedir? Duvar çıtalama için poliüretan madde dayanıklı mıdır? Poliüretan duvar çıtası boyanabilir mi? Duvar çıta fiyatları nedir?
Yılların tecrübesi ile profesyonel boya hizmet ekiplerimiz size bir günde teslimat iş yapsınlar istiyorsanız 05511081885 numaradan 7/24 arayabilirsiniz.